
Tasavvuf
Geleneği'nde Akıl ve Arayış - Kitap Alıntısı
Bu
alıntı, Çağrı Dörter'in "Bugünün Tasavvufu" adlı kitabından yapılmıştır.
|
1
Tohum her ne
kadar her meyvenin içinde varsa da, meyveden dışarı çıkıp ereğine
varması için önce uygun bir toprağa düşmesi, sonra uygun şartlarda
filizlenmesi, ardından uygun şartlarda büyümesi gerekir ki sonunda
kendini ağaç olarak tekrar bulabilsin. Elbette bu süreçte dış kabuğun
yerini, koruduğu özün açığa çıkan ifadesine bırakması gerekecektir.
Ancak çoğu
meyve düştüğü yerde çürür. Kimini hayvanlar yer, kimini toprak
sahipleri… Kimi toplanıp satılırken, kimi dibine düştüğü ağaca tekrar
gübre olur. Bir fidan, onu doğuran ağacın dibi bir yana, gölgesinde
dahi büyüyemez. Sanıldığından ince bir iştir, tohumun, önünde uzanan
kıldan ince kılıçtan keskin köprüden geçip içindeki ağaca varması…
Beşerde
“arayış”ın oluşabilmesi, tohumun filizlenme devresine denk gelir. Bütün
beşeriyet aynı potansiyele sahip olsa da geçtikleri âlemler,
devrettikleri birikimler ve içinde bulundukları yaşamın dinamikleri
uygun şekilde bir araya gelmeden bu “sorgulama”nın başlaması mümkün
olmaz. “Sorgulama”nın henüz açığa çıkmadığı bir yaşamda ise yapılacak
tüm yatırımlar –doğal olarak– sadece dış kabuğa yönelik olacaktır. Her
ne kadar “kabuk”, “içindeki öz”ü korumak, onun yetişmesine zemin
hazırlamak ve doğru zamanda aradan çıkarak onu özgür bırakmak için
varsa da, çoğu zaman o “öz”ü içinden bırakmaz ve gelişmesine izin
vermez. Bu aşırı korumacılık, “öz”ün, onu koruyan “kabuk”la birlikte
ağır ağır çürümesiyle son bulur.
“Yere
göğe teklif edilen ancak cahil olmasıyla birlikte beşere teslim edilen
emanet”, beşerin kendisine dahi kapalıdır. Ne taşıdığını
bilmez. Beşer için “emanet”in ne olduğunun keşfi, bir ucu kendinde
bulunan ipi evrenin merkezine kadar takip etmesiyle mümkün olabilir.
Ancak, “O çok cahil, çok zalimdir” ifadesi, bunun o
kadar kolay olmayabileceğini gösterir. Cehaleti ve sonuç olarak zulmü,
başta kendisinedir. Her seferinde kendi taşıdığı odunlarla kendini
yakan beşer, göklerde ayrıca ateş yakılmasına gerek kalmayacak şekilde
kendi hesabını her gün ve her saniye görür. Kendi huy ve
yaklaşımlarından kaynaklanan tüm sıkıntılar için ötekileri suçlayan ve
bu huy, inanç ve davranışları üzerinden sürekli sıkıntı çekmesine
rağmen, kendini ve doğru bildiğini sandıklarını sorgulamayı aklına
getiremeyen beşerin bu hali için tasavvuf geleneğinde “gözleri ve
kulakları mühürlü” tabiri kullanılır. Bu mühürler açılmadan ne görmesi,
ne gördüğünü tanıması ne de kendi hakikatine ait sözleri anlaması
mümkün olacaktır. Erenlerin ereni ile aynı evde yaşasa dahi ne
tanıyabilir onu ne de lisan-ı hal ile yapılan o daimi davete cevap
verebilir.
Kendi
hakikatiyle ilgili bir sorgulaması olmaksızın “derin bir uyku” olarak
tabir edilen şekilde varlığını sürdüren ve dünyada en yaygın halde
bulunan bu akıl tipine tasavvuf geleneğinde “Akl-ı Meaş”
adı verilir.
Nice
badireler atlatmış, nice aşamalardan geçmiş ve tüm varlıkların koştuğu
ama pek azının dâhil olduğu, “farkında olduğunun farkında olması” ile
diğerlerinden ayrılan “beşeriyet âlemi”ne “insan” olabilme potansiyeli
(tohumu) ile doğmuştur. Ancak “akl-ı meaş” bu
potansiyelin gerçekleştirilmesi ile ilgili herhangi bir yönelime sahip
olmadığından, beşeriyet âleminin renkleri ve çekim odaklarına kapılır,
kurbanını onlara verir ve yatırımını sadece o âleme yapar. Enerjisini
beden ve bedensel tatminler yolunda harcamayı tercih ederek “insan
tohumu” yerine, “tohumun kabuğu”nu beslediği bu alanda, “sorgulama”
sürecine girmedikçe, içindeki “insan” potansiyel olarak kalacak ve
çoğunlukla doğamadan devredecektir. Kabuğa yapılan yatırım ve
güçlendirme çalışmalarının sürekliliği, bir noktada kabuğu, o yaşam
süresi içinde artık özü tarafından kırılması olanaksız bir hale
getirecektir. İşte “insanın kırkına gelmesi” budur. Bu sembolik
aktarım, nasıl insan fiziksel olarak belirli bir yaştan sonra belirli
sporlar için eğitilemeyecek duruma geliyorsa, nefsini katılaştırma
sürecinin belirli bir aşamasından sonra, esnekliğini kaybeden o nefsin
artık dönüştürülmesi ve saflaştırılmasının da aynı derecede zor hale
geleceğine işaret etmektedir.
Kimi otuz
yaşında gelir kırkına, kimi altmış… Kimi içine doğar kırkının, kimi hiç
görmez kırkını… “Kırkına gelmek” kendini ekşitmektir. Bu aşamadan sonra
“kendi varlığı” ile ilgili her türlü yaklaşım veya duyum, beşerin
yüzüne de “ekşime” olarak vuracak, canını sıkacak ve onu
uzaklaştıracaktır. Bu nedenle “Sirkeden şarap olmaz,”
denmiştir. Bu nedenle “Ehli, kimseyi söz ile davet etmez,”
denmiştir. Bu nedenle “Ehli, terk-i dava etmiştir,”
denmiştir. Bu nedenle “Ehlinin, kimseye satacak bir şeyi
yoktur,” denmiştir.
Biraz daha
hassas olanlar “Nerede o Yunus’lar, Mevlana’lar”
diye yakınabilir arada sırada… Geçmişte de aynı şeyleri bizzat
Yunus’lara, Mevlana’lara söylemiştir, bugün yaptığı gibi… Kıyafetler
değişmiş, devir değişmiş ancak “hal”ler değişmemiştir. Tarihin ve
zamanın içinde iz sürerken, yanı başındakini ıskalama hali, ebedi ve
ezeli bir haldir.
Öte yandan
da, yaratılışın yasaları işlemeye devam etmektedir. Mekanizması, bir
bilme–anlama–olma varlığı olan insana, yürümek üzere yaratıldığı yol
üzere yürümeye karar verene kadar onay vermez. Ve onaylamadığını,
yaşamına eşlik eden sürekli bir iç sıkıntısıyla ona bildirir. O öyle
bir iç sıkıntısıdır ki insanoğlunun normlarından biri olarak kabul
edilmiş ve nedeninin “boş oturmak” olduğu gibi bir sonuç çıkarılmıştır.
Oysa işin gerçeği “boş oturmak” değil, “bir an dahi kendisiyle yalnız
kalamamak”tır. Bu nedenle de “bir an dahi duramamak, nefes
alamamak”tır. Kimsenin hoşuna gitmez; her ne kadar kılları daha az ve
duruşu daha dik bir bedene sahip olsa da, içinde sürekli ağaçlardan
ağaçlara atlayan bir maymun olduğunu kabul etmek… O maymun, henüz
ağaçlardan inmemiştir. Ve kolay kolay da inmeye niyeti yoktur.
İç
sıkıntısını normal kabul etmesi öğretilen beşerin bu rahatsızlığı içten
içe gittikçe artarken, buna çözüm olarak sunulan semptomatik haplarla
bunların bastırılması ve tüm yaşamını bu haplara bağımlı olarak
yaşaması öğretilir. Bu haplar kimi zaman hobiler, kimi zaman geziler,
kimi zaman tatiller, kimi zaman yeme-içme bağımlılıklarıdır. Bunların
kendilerinde hiçbir kötülük olmamasına rağmen, o sıkıntıyı bastırmak
üzere alındıkları zaman hepsi birer “anti-depresan”dır. Ve bunların
yetersiz olacağı zamana kadar, hap şeklinde olanlara geçilmez. Hayatı
boyunca hiç durmadan başı ağrıyan ve her gün kısa bir süreliğine bu
ağrıyı azaltacak haplar almaya devam edebilmek için sürekli çaba sarf
eden birinin, “baş ağrısının durduğu bir varoluş” hakkında nasıl bir
anlayışı olamazsa; bu yönde yaşayan bireylerin de bir kez gerçekten
durup nefes aldıklarında neler yaşayabileceklerini bilmeleri mümkün
olmamaktadır.
Ancak,
kurulu çarklara verimli hizmet edebilmesi için, beşerin kendi varlığı
konusunda cahil kalması ve ihtiyacı olmayan hapları alabilmek için
koşturarak bu çarkların dönmesine hizmet etmesi gerekmektedir. Üstelik
bu hapları alabildiği için bir de kendini özgür sanmalıdır ki,
“çarklardan kurtulmak”, “hayatını dönüştürmek” veya “evrilmek” fikri
aklının ucundan dahi geçmesin.
İhtiyacı
varmış görüntüsü çizerek aslında “daha fazlası” düşüncesiyle satın
aldığı veya saray edindiği hiçbir şeyin hayallerinde veya vitrinlerde
gördüğü parıltısıyla kendi dünyasına katılmadığını deneyimlemesine
rağmen, varoluşun kendine vermeye çalıştığı ince mesaj üzerine düşünmek
yerine, hayatını yarının çöplerini eline alırken hissedeceği anlık
tatminler üzerine kurmayı ve içindeki doyumsuzluğu bu şekilde unutmayı
seçen beşerin, sahibinin sopaya bağladığı havuçlar peşinde koşarak
ömrünü tüketirken, kendini havuçları alabildiği sürece özgür hisseden
bir beygirin yaşamını yaşamaktan da şikâyet etmemeyi öğrenmesi gerekir.
2
Tohumun
filizlenmesi kimi zaman, sonunda koca bir hiç olacak hedeflerin peşinde
kendini kaybetmişçesine koştururken düşünmesine yol açan ani ve
şaşkınlık verici bir olayla başlayabilir. Kimi zaman içinde hep o
sezgiyi taşıyan birey, belirli bir olgunluğa geldiğinde, hayatı boyunca
gerçek olan soruları aslında sadece çocukken sorduğunu ve büyümüş
görünürken aslında hep yerinde saydığını anlayarak hayatını bu
anlayışın gösterdiği yön üzerine kurmayı seçebilir. Kimi zaman doğduğu
andan itibaren bu sezgiyi taşıyıp, en ufak fırsatları bile bu yönde
kullanarak o tohumu ağaç yapmaya adayabilir hayatını. Ancak eninde
sonunda, zamanının gelmiş olması gerekir. Zamanı gelmeden, diğer tüm
şartlar uygun dahi olsa, baki kalan ve artan iç sıkıntısına rağmen, bu
yönde bir adım atma iradesini kendinde bulamaz. Yanı başında alıştığı,
bildiği ve güvendiği haplar hep daha çekici görünecektir ona.
Ancak,
haplarla ilgili önemli gerçek, hemen hepsinin bir süre sonra eski
etkilerini kaybetmeye mahkûm olmalarıdır. Haplar etkilerini
kaybettikçe, artan iç sıkıntısı yine duyulur hale gelecektir. Bundan,
ancak “daha güçlüsü”yle kurtulmak mümkündür. Motosikletle 2 takla
atmışsa, 3. taklayı denemelidir. Turistik ülkelerin hepsini gezmişse,
artık savaşın olduğu yerlere gitmelidir. Tek hapla eskisi gibi
hissetmiyorsa, dozu iki katına yükseltmelidir. Ve elbette renkli
ekranlarda “daha fazlası”nı yapma bağımlılığı bir “başarı” olarak
sunulur. Çocuklar “uykudan önce”yi izledikten sonra yatarlarken,
ebeveynler için farklı isimler altında “ebedi uyku ve onun
yüceltilmesi” vardır. “Kölelik” “özgürlük”, “ağaçlararası atlama” ise
“başarı” ve “dinamizm” olmuştur.
Maddi
dünyanın tüm nimetlerine sahip olan hemen her bireyin, adeta intihar
meyilli veya tamamen uyuşturulmuş bir yaşamı seçmesi, haplarla nereye
kadar gidilebileceğinin göstergesidir. Ancak, bu yaşamlara dışarıdan
bakanlar, o hayatların nasıl sıkıntılı, karanlık ve depresif
olabileceğini hayal dahi edemez ve kısa fragmanlarını görerek cennet
sandıkları o yaşamları kurabilmek için hayatlarını ve enerjilerini o
yollarda tüketirler.
Yol boyunca
hedefe varamamış olmanın mutsuzluğu, o hedefe varılana kadar devam eder
ve yolu da bir sıkıntıya döndürürken, bu hedeflere varanları ise başka
bir sürpriz beklemektedir: Hiçbir şey değişmemiştir. Nasıl derler,
“Kaybet–Kaybet.” Bir “kaybet”, hedef odaklı yaşamak nedeniyle, o hedefe
varana kadar gerçek anlamıyla tat alınamayan yaşam için; öteki “kaybet”
ise hedefe varmanın kısa esrikliğini takiben “Bu muydu?”
sorusu için… Aslında “hiçbir şey değişmemiş” değildir. Artık kaçacak
bir yerin kalmaması ve artan iç sıkıntısı hariç, hiçbir şey
değişmemiştir.
3
Kendi
derinliklerinden kendine verilen o şüphesiz mesaja kulak kabartan ve
bir şeylerin eksik olduğunu hisseden bireyler ise, sadece yaşamın bu
dinamiklerini görmekle kalmaz, bu iç meseleyi halletmeden kendine rahat
verilmeyeceğini de kavrarlar. O varlıksal sıkıntı, sonunda ölümün
olduğu bu yaşamın ne olduğu üzerine gerçek bir cevap bulmadan, her
şeyin temelde anlamsız ve her eylemin temelde boş olacağının sezgisi
olarak, evini bulana kadar varlığını sürdürecektir.
Kıblesini
bulan bireyin o yönde atacağı bir adımın bile boşa gitmeyeceği
söylenir. Her adım, olumsuz davranışlarına kaynak olan bir düğümü daha
çözer ve onu sağaltırken, anlayışının genişlemesiyle birlikte huzuru ve
tatmini de artacak, içsel gökyüzü her yeni anlayışın hayata
geçirilmesiyle biraz daha aydınlanacaktır. Anlayışının kapsamının
genişlediği, maneviyatının derinleştiği her an, o gözlerin arkasında
duran varlık daha güzel bir hal almaya başlayacak, o gözlerle
gördükleri de daha başka bir görünüme bürünmeye başlayacaktır. İşte
“nefes almak” böyle bir şeydir. Ve bir kez bu “nefes”in ferahlığını
duyumsadıktan sonra, daha evvel nasıl nefessiz yaşayabildiğine şaşarken
aynı zamanda ilk defa dışarıdan bakabildiği o âlemin karanlığını da
görebilmeye başlar. Perdeleri kapalı bir ev içinde güneşin varlığından
habersiz yaşayan birinin, ilk kez kapıdan çıkıp gökyüzünü gördükten
sonra içinden çıktığı kafese bakması gibi… Veya bir bebeğin çıkmamak
için başta direndiği, ancak hayallerinde dahi göremeyeceği o âleme
çıktıktan bir müddet sonra, daha evvelki yaşantısını hayal dahi
edemeyeceği gibi… Yolcu, o dar ve karanlık hapishanesine bir kez daha
bakar ve ardından önünde uzanan patikada yürümeye başlar.
Hakikat
arayışına giren ve bu yönde yürümeye karar veren bireyin kendi özüne ve
köklerine dönmeye başlayan aklına tasavvuf geleneğinde “Akl-ı
Mead” denir…
Bu akıl,
beşerin içindeki “insan” tohumunun suyunu sağlamak üzere faaliyet
gösterir. Faaliyeti, ikinci nefs mertebesi olan “nefs-i levvame”
(özeleştiri yapabilen, pişmanlık hissedebilen, vicdanı uyanan nefs) ile
başlar. Tüm âlemleri kapsayacak idraki doğurmak üzere düzenlemiş, ancak
bir çocuğun idaresinde sağa sola vurularak tüketilen bedenin dümeni, bu
aşamada olgunluğa yönelmiş bir kaptan tarafından teslim alınmıştır. Bu
kaptanın nihai hedefi, kullandığı muazzam makinenin tam kapasitesine
yükseltilmesini ve içindeki yolcuyu evine ulaştırmasını sağlamaktır.
Bir zaman
sonra anlaşılacaktır ki doğmaya çalışan ama sürekli boğulan “insan”ın
doğma çabalarıdır o içsel sıkıntı. Aslında gerçek varoluşu hakkında
hiçbir şey bilmediği bu denizde, ona atılmış tek can simididir.
Tasavvuf ve
diğer batınî gelenekler, irfan öğretileri, bilgelik yolları, dinler,
düşünce ve felsefe tarihi, insaniyete ait ifade bulmuş kadim değerler,
keşifler, anlamlar ve gelenekte bahsi geçen diğer akıl mertebeleri,
“akl-ı mead”ın ereğine yolculuğunun meyveleridir.
Bugünün Tasavvufu
(I. Kitap: Tasavvufa Giriş)
Çağrı Dörter