


Çağrı
Dörter Kimdir?
Konuşmayı öğrendiğinde ilk sorduğu
soru “Biz
kimiz?”
oldu. Ardından, “Nereden geldik? Nereye gidiyoruz? Yaşamın kaynağı
nedir?” gibi
sorular bu soruyu takip etti. Sonra da diğerleri: “Varoluş, yaşam,
ölüm, doğum,
ruhların kaynağı, dinlerin kökeni nedir?”. Sorular, zaman geçtikçe
durmak şöyle
dursun, giderek derinleşiyordu.
İlkokuldayken; din adı altında
anlatılanları,
sevap-günah-cennet-cehennem kavramlarını, kader ile özgür irade
çelişkisini
sorgularken buldu kendini. Bu konularda kimseden gerçek anlamda tatmin
edici
cevaplar alamayınca, cevapları bizzat arama ve bulma arzusu
galebe
çaldı. Ailesi de bu sorulara cevap vermekte zorlandığından,
Tasavvuf
Geleneği’nden gelen büyükannesi Melahat Hanım’ın desteğini istediler. O
an,
hayatında kaçınılmaz bir değişimin başladığı andı. O günden sonra
büyükannesiyle arasında özel olarak gelişecek ve uzun yıllar devam
edecek bir
“sohbet” süreci başlamış oldu. Çoğunlukla tüm güne yayılan bu
sohbetler, ailesi
de dâhil dışarıya kapalı olacak ve konuşulanlar, sadece ikisi arasında
kalacaktı.
Üniversite yıllarında anladı ki
Hakikat; ancak
birbirinden farklı görünen dinler, öğretiler, disiplinler, felsefeler,
anlayışlar ve bilim dallarının ardındaki ortak Kaynak olarak
bulunduğunda
anlaşılabilirdi! O, tek yönlü bir bakış açısıyla
(öğretilmiş-ezberlenmiş inanç)
asla kavranamazdı.
Mimar Sinan Üniversitesi Mimarlık
Bölümü’nden mezun
olduktan sonra, bir yandan dünya üzerindeki tüm büyük dinleri,
inançları,
ruhsal öğretileri, felsefeleri, aydınlanma geleneklerini, erenlerin
yollarını
ve onların ardındaki saklı anlamları araştırırken, diğer yandan farklı
dergilerde bu alanlarla ilgili makaleler yazmaya devam etti. Yoğun
talep
üzerine, onunla aynı anlama derdini taşıyan insanlara ücretsiz
seminerler,
eğitimler ve konferanslar verdi.
Bu süre boyunca farklı içsel
geleneklerin içinde
bulundu ve öğretilerini aldı. Bu çeşitlilik sayesinde,
hepsinin
bünyesindeki farklı ve ortak noktaları tespit etme konusunda gereken
vizyonu
kazandı. Elbette bunun bir de bedeli vardı. Bu süreç, aynı zamanda, su
bulmak
için yeterli derinliğe ulaşmayacak farklı kuyular açmak anlamına da
geliyordu.
Oysa suyun çıkması için bir kuyuyu sabırla kazmaktan ve ona adanmaktan
başka
yol yoktu. O ana dek tanıştığı hiç kimse ile bunu yapacak gönül bağı
oluşmadığından, bu arayış bir süre daha devam etti. Ta ki bir gün,
görünmez bir
el kalbini sıkana kadar.
Diğerlerinden farksız görünen o
günün sonunda, içine
yeni dâhil olduğu bir öğretinin, belirli bir ruh hali yaratmak üzere
tavsiye
ettiği bir metodu denemek üzere hazırlık yaparken, bir anda kalbinin
sıkılmasıyla kalakaldı. Bedeni adeta hareket kabiliyetini yitirmişti.
Kalbinde
bir ses patladı: “Senin yolun bunlar değil!”. Hazırlıklarını yaptığı
uygulamayı
olduğu gibi bıraktı ve günler boyunca bu iç halini gözlemlemeye devam
etti.
Zaman geçtikçe kalbindeki sıkışma arttı. Sonunda bunun gelip geçici bir
hal
olmadığını ve bir karar vermesi gerektiğini anladı. Aslında bu karar
çok uzun
zaman evvel zaten verilmişti, bunu da biliyordu. Ona kalan, sadece bu
kararı
kalbiyle de onaylamaktı: “Benim yolum bunlar değil”. O anda, kalbini
hiç
gevşetmeden sıkan görünmez el onu bıraktı. Yıllar sonra Anadolu
erenlerinden
İsmail Emre’nin (1900-1970) “Gidenin de elinde değil” sözünü
işittiğinde, bu
sözle ne demek istediğini tam anlamıyla anlayacaktı.
Artık; seneler boyunca tatillerde
dahi denize girmek
yerine okumayı seçtiği kitaplardan, işini büyütmek yerine gece-gündüz
araştırdığı kaynaklardan ve o güne dek karşılaştığı değerli insanlardan
aldığı
irfani (yol bulduran) bilgilerin işaret ettiği “yaşantı”nın tam
anlamıyla
uygulanma zamanı gelmişti. Bunun için en sağlıklı, dengeli ve
derinlikli yolun
“aydınlanmış bir insanla çalışmak” olduğunu biliyordu. Gönlüne o manevi
güveni
verecek böyle bir karşılaşmayı uzun yıllar boyunca diledi. Bir gün
eline
aradığı adres ulaştı; ama yolun son bulduğu yamaçta karşıya geçilecek
bir köprü
yoktu. O yamacın başında ne kadar gerekiyorsa o kadar beklemeye karar
verdi.
Vakti geldiğinde, olağandışı zincirleme olayların bir araya gelerek
kurduğu
köprüden karşıya geçti. Ve nihayet, aradığıyla buluştu...
Yaklaşık 12 sene sürecek olan
usta-öğrenci ilişkisi
içinde, yazının ve dilin ifade etmekte yetersiz kalacağı süreçlerden
geçti. Bu
süreçlerin sonunda, üç sene sürecek bir “sessizlik inzivası”na (Hakikat
hakkında konuşmama ve yazmama süreci) çekildi. İnziva; iç âlemden gelen
bir
yönlendirmeyle son buldu. Ve bu yönlendirme ile dinlere, öğretilere ve
aydınlanma yollarına kaynak olan Hakikat’i, hepsini kapsayacak şekliyle
ifade
etmek üzere kitaplar yazmaya ve söyleşiler yapmaya başladı. Kitapları
yabancı
dillere de çevrilerek dünya çapında okurlarıyla buluştu. Bu süreçler
esnasında
dünyanın farklı coğrafyalarında tasavvuf ehlinden Şamanlara, yoga
ustalarından
Kızılderililere uzanan farklı öğretilerin temsilcileriyle dostluğu ve
paylaşımları devam etti.
Basılmış
olan "Bugünün Tasavvufu", "Anka'nın Kanatları", "Aşk ve Ejder" gibi
kitapları ve yazılmakta olan diğer kitaplar, toplamda 20 seneyi aşan bu
yolculuk ve süreçlerden süzülen özün konsantre bir şekilde okura
sunulması ve
tüm dinlerin, öğretilerin ve yolların merkezindeki Hakikat'in
olabilecek en net
ve aynı zamanda derinlikli bir şekilde anlaşılması niyetiyle kaleme
alınmaktadır.
Kitaplarında
da vurguladığı üzere, bu yolu anlatmak üzere yaptığı ve her biri
ortalama 5-8 saat devam eden söyleşi, konferans ve seminerlerin
hiçbirinden
ücret talep etmemektedir.